Dil Seçin

Turkish

Down Icon

Ülke Seçin

Turkey

Down Icon

Elif Akkuş: “Beni Suriye büyüttü, cezaevi yaşlandırdı”

Elif Akkuş: “Beni Suriye büyüttü, cezaevi yaşlandırdı”

Suriye’de IŞİD’in ölüm listesine alındı, Saddam Hüseyin devrildiğinde Irak’taydı, Türkiye Ulusal Mutabakat Hükümetini (UMH) General Halife Hafter güçlerine karşı koruma amacıyla askeri destek verdiğinde Libya’daydı, Mavi Marmara’da İsrail askerleri tarafından tutuklandı, hatta işkence gördü… Genç yaşında büyük hayallerle girdiği TRT’de 25 yıl boyunca hayallerini birer birer gerçekleştirdi ve deneyimine deneyim katmanın verdiği keyifle yoluna devam etti… Ancak 25 yıllık TRT serüveni günün birinde, bir haber dönüşü gerekçesiz bir şekilde üç ay görevden uzaklaştırılmasıyla son buldu. Sonrasını Elif, “yaşlılık dönemi” olarak tanımlıyor… O, görevine iade etmeyi beklerken kendisini cezaevinde buldu. Hem de iki kez. İlkinde anonim bir X hesabında yapılan paylaşımların kaynağı olduğu gerekçesiyle açılan soruşturma kapsamında “şantaj, iftira ve kişisel verilerin hukuka aykırı şekilde paylaşılması” ile suçlandı, ikincisinde de Libya ve Suriye’de “savaş zamanı” yaptığı harcamalar nedeniyle. İki ayrı dava kapsamında yargılanan Elif Akkuş anılarını, deneyimlerini gelecek kuşaklara aktarmak üzere “Gerçek Her Şeyden Güçlüdür” adını verdiği bir kitapta topladı. Göksel Göksu, Elif Akkuş ile hem bu süreçte yaşadıklarını hem de “her şeye rağmen ölmedim deme şeklim” diye tanımladığı kitabını konuştu.

Elif Akkuş'un kitabı
Elif Akkuş’un “Gerçek Her Şeyden Güçlüdür” adlı kitabı Tekin Yayınevi’nden çıktı.

Öncelikle yeni kitabın hayırlı olsun. 28 yıllık habercisin ve epey badire atlattın. Hep TRT’de mi çalıştın?

Elif Akkuş: Evet, meslek yaşamımın tamamı TRT’de geçti. Coşkun Aral’la tanışmıştık ve ben onun gittiği her yere beraber gitmek istiyordum tanıştığımız dönemde. “TRT’de mutlaka staj yap, döndüğünde konuşuruz” demişti. Ben de TRT’ye girdim ama o kadar büyülü bir yerdi ki benim için TRT. Giriş o giriş ama oradan çıkamadan atıldım.

Çıkışın istediğin gibi olmadı yani. Kitabına gelmeden önce o konudan bahsedelim mi? Beklediğin bir ayrılık olmadı ve sonrasında çok sancılı, sıkıntılı günler yaşadın. Hâlâ yaşamaya devam ediyorsun. İki ayrı dava var değil mi bildiğim kadarıyla? Çünkü kitabında bu sürece hiç değinmiyorsun.

E.A.: Yaklaşık iki sene oldu. Devam eden iki dava ve suçlama nedeniyle de ayrı ayrı tutuklandığım iki dönem var. Aslında TRT ile alakalı bir şey değil bu. Yani bunu bir kuruma mâl etmeyi çok doğru bulmuyorum. Yaşadığım ülkedeki bütün kurumların kurum olarak çok değerli olduğuna inanan biriyim, TRT de bu anlamda benim için çok değerli. Her yerde olduğu gibi TRT’de de yöneticiler değişir. Şu anda TRT’de var olan yöneticilerin bazılarıyla alakalı yaşanan bir süreç bu. Onların iddia ettikleri bazı suçlamalar oldu. Şu anda yargılama devam ediyor. Kitapta da yer almamasının nedeni bu. Adalete sonsuz bir inanç duymak istiyoruz ve adalet özlemi çekiyoruz ülkece. Bunu yaşarken adalete ters düşecek bir şey yapmak istemediğim için kitapta bu konulara hiç yer vermedim. Sadece başlangıcına kadar geldim ve orada da bıraktım. Doğru olanın bu olduğunu düşündüm.

Davalara konu olan suçlamalar neler?

E.A.: Kişisel verilerin ele geçirilmesi var, tehdit var. Onlardan bazıları düştü, bazıları devam ediyor. Diğerinde 168 gün yanlış hatırlamıyorsam işe gitmediğim gibi bir iddia var ki bu özellikle bir devlet dairesinde mümkün değil.

Bu yurtdışında olduğun döneme mi denk geliyor?

Elif Akkuş: Yok. Eğitim dairesinde görevlendirildiğim bir dönem. Ondan sonra yeni gelen muhabirlere veya başka yerlerden gelen arkadaşlara eğitim vermemin istendiği bir dönem var. O dönem işe gitmediğim iddiası var. Libya’da zimmetime para geçirdiğim iddiası var. Suriye’de bir operasyon beklentisinin olduğu bir dönem, hiç kimsenin Suriye’de olmadığı bir dönem bizim Suriye’de bulunduğumuz bir süreç var. Sonrasında Suriye’den Ankara’daki yöneticilerin izniyle çıktığımız ama çıktıktan yarım saat sonra Rusya ve Amerika’nın yaptığı açıklama sonrasında tekrar gelişmelerin farklı ilerleyebileceği ihtimaline karşı Gaziantep’te kalıp tekrar Suriye’ye girme ihtimalimizin olduğu bir dönem var. O döneme ilişkin bazı iddialar var. Zaten bu ikinci tutuklanmama neden olan dava ve kapalı oturum şeklinde ilerliyor. İlki de zaten devam ediyor.

İki dava da TRT’de çalıştığın dönemi kapsıyor ancak sen TRT’yi ayrı bir yere konumlandırıyorsun ve kişilerden kaynaklanan bir süreç yaşadığını söylüyorsun, doğru mu anladım?

E.A.: TRT benim için bu süreç başladığında değişmedi. Hep aynı. Çünkü ben TRT’den, oradaki insanlardan çok şey öğrendim. Bugüne kadar bu işi, hayalim olan savaş muhabirliğini yapabildiysem, bütün bunları sadece çok istediğim ve çaba harcadığım için değil; TRT’den aldıklarım, TRT çatısı altında öğrendiklerimle yaptım. Karşılıklı bir şeydi bizimki. Önce ben ondan çok şey öğrendim. Sonra ben onu en iyi şekilde taşımaya çalıştım. TRT muhabiri olmanın, kamu yayıncısı olmanın, getirdiği şeyleri gerçekten tüm gücümle, o onurla taşımaya çalıştım. Sonunda vardığımız nokta biraz değişik oldu, farklı oldu ama dediğim gibi bu TRT başlığında algılanmasını hiç istemediğim bir şey. Çünkü TRT nasıl ben yokken çok önemliydi ise ve bundan 50 yıl sonra nasıl önemli olacaksa şimdi de hâlâ çok önemli bir kurum. O ayrı. Sadece o kişilerin çeşitli iddiaları var ve bu iddialar karşısında da benim yaşadığım iki ayrı cezaevi süreci var.

Evet iki kere cezaevine girdin… Ne kadar kaldın?

E.A.: İlkinde bir ay kaldım. İkincisinde de iki ay, yani 58 gün, kaldım. Cezaevinde kalmak zorlayıcı bir süreç. Ben İsrail’de de hapse girmiştim Mavi Marmara’yla gittiğimizde. Ama o iş sırasında karşılaştığın bir şey olduğu için o duyguya kapılmıyorsun. Kendi ülkende cezaevine girmek kelimelerin işe yaramadığı, tarif edemediğin bir şey.

Elif Akkuş
Elif Akkuş.

İlk kez girdiğinde ne hissettin?

Elif Akkuş: 48 yaşındayım. Hatırladığım bir an var. Tutuklama kararı verildi ve beni bir cuma akşamı cezaevine götürdüler. Hafta sonuna denk geldiği için 2,5-3 gün geçici koğuştaydım. 6 tane yatak var. İçeriye beni bıraktılar ve o kocaman demir kapı kapandı. O an düşündüğüm tek şey şuydu: “Sen, hayatı sadece eğlenceden ibaret gören, lay lay lom yaşayan, çok para kazanan ve dünyada, ülkende ne olup bittiğini umursamayan, saçma sapan bir insan da olabilirdin. O zaman burada olmazdın. Ama sen zoru seçtin. O yüzden buradasın”. O beni kendime getiren bir andı. Çünkü bana o hayatı neden tercih ettiğimi hatırlattı. Ama zordu.Hiç kimse yok. Hafta sonu zaten acayip bir sessizlik oluyor. Cam var, tellerle örülü. az ileride böyle bir mutfak gibi bir yer var. Hükümlüler çalışıyorlar. Onları gördüğüm zaman farkına uğruyordum sabah ya da akşam olduğunun. Kuşlar geliyor, ben kuşlarla konuşuyorum. Bir ara halüsinasyon süreci yaşadım. Gözümü açtığımda babam öldükten sonra manevi babam diyebildiğim, yakın hissettiğim tek insan olan Hıfzı Baba’yı gördüm, “Hıfzı Baba sen buraya nasıl geldin” diye sordum. O benim -Bu hayatta dilerim daha kötüsünü yaşamam ama- dibe vurduğum andı. Kendi kendime konuşmaya başlayınca, “Elif” dedim, “kendine gel, toparlan!” O süreçte Hüseyin Ersöz, Hıfzı Çubuklu, Nazlı Çubuklu, Buse Şahin hep yanımda oldular sağolsunlar.

Pazartesi öğleden sonra asıl koğuşa geçtim. Yaklaşık bir sene önce Sincan Cezaevi’ndeki çocuklu mahkumların yaşam şartlarıyla ilgili bir haber yapmıştım. Annesi bir nedenle suça karışmış 6 yaşına kadar olan çocuklar annelerinin yanında kalabiliyor. Ve koğuşun sistemi farklı. Yani ranza yerine yan yana yataklar, oyuncaklar var. Çocuklar sabahları oyun parkına götürülüyor, havuzları, oyuncakları var vs. FETÖ’cüler bunu döndürüp dolaştırdı, cezaevi güzellemesi yapıyormuşum gibi göstererek “inşallah sen de çoluğunla çocuğunla düşersin oralara” dediler. Nitekim gerçekten, biraz tuhaf oldu ama ben o cezaevindeydim yani. Orada da 28 gün kaldım.

Sonra ikinci kez tutuklandın

E.A.: İki ay İstanbul’da Bakırköy Cezaevi’nde kaldım. O da saçma ve tuhaf bir süreç benim için. Hayatında daha önce önemsediğin, inandığın şeylerin çoğunu kaybederek çıkıyorsun oradan. Yani hani senin için birçok şeyin anlamı kalmıyor.

Kendini sorguluyorsun.

E.A.: Sorguluyorsun yani bu kadar canla başla, bütün hayatını feda ettiğin, hayatını ona göre yönlendirdiğin bir süreç var. Ve sen sonucunda ikinci kere hapse girmişsin yani. “Eee bu mu yani?” diyorsun…

Beklemiyor muydun onu?

Elif Akkuş: Hiç beklemiyordum. Beklemiyordum derken, bir iç soruşturma var. Ama benim yaptığım işle ya da yaşananlarla alakalı veremeyeceğim hiçbir cevabım yok. Böyle bir şeyi hiç öngörmüyordum. Yani ne ilki, ne ikincisi hiç öngördüğüm bir durum değildi. Özetle temel kişisel özelliklerin belki değişmiyor ama mesela biri gelip sana bir sıkıntıdan bahsettiği zaman hayatta her şeyin mümkün olduğunu düşünüyorsun artık. “Olabilir. Ölebilirsin de, hatta erken yaşta da ölebilirsin” gibi bakıyorsun hayata. Ben şu anda tam öyle bir noktadayım. Belki birçok arkadaşım için çok iyi bir dost değilim artık. Çünkü neyden dert yansalar, çok önemli olmadığını düşünüyorum. Önemsediğim tek canlı köpeğim, o kadar! Başka hiç kimse değil.

Yargılandığın davalarda, hakkında istenen ceza ne kadar?

E.A.: İlk davanın zaten yatarı yok bildiğim kadarıyla. Diğeri de devlet memuru olmam nedeniyle “nitelikli zimmet” diye geçiyor. Tabi orada başka başka şeyler de var ancak kapalı oturum olduğu çok bilgi veremiyorum. Ama mesela 168 gün boyunca benim işe gitmemem gibi bir durumun söz konusu bile olamayacağını, o dönemin yöneticileri geldiler, söylediler. İhraç edilme nedenlerimden biri bu mesela. Hani insan çok iyi tanımasa da komşusunu bile 10 gün görmese “başına bir şey mi geldi acaba, bir bakayım” der. O konuda çok detaya giremiyorum ama bunun sonucunun ne olacağını zaman gösterecek.

Ama şundan şu kadar isteniyor falan kısmını tam bilmiyorum. Çünkü bu benim çok sinirimi bozuyor. Artık iki davada da yavaş yavaş sona yaklaşıyoruz gibi bir durum söz konusu.

Bu badireleri atlatırken bir yandan da sağlık sorunlarıyla cebelleşiyorsun.

E.A.: Evet, şöyle bir sıkıntı oldu. Çalıştığım dönemde beynimde bir anevrizma tespit edilmişti ve stent takılmıştı beynime. Sıkıntılı da bir yerdeydi. Bu nedenle ölene kadar her gün kullanmam gereken bir ilaç var. Kan sulandırıcı. Bu ilaç çok önemli, zaten cezaevine de raporlarla beraber giriyorum. Yani her seferinde orada bir sıkıntı yaşanmasın diye raporları da koşturarak getiriyorlar. Buna rağmen raporların önce kaybolduğu, sonra bulunamadığı iddia edildi. Her gün neredeyse dilekçe yazdım “Hayati önemi taşıyor. Bu ilacı lütfen alın. Pahalıysa da benden bir şekilde temin edin yeter ki bana bu ilacı verin” diye. Yine de üç haftaya yakın ben o ilacı alamadım. Cezaevinden çıktıktan sonra, bir gün yolda yürürken kafam gitti, bayıldım. Sonra evde de bayıldım. Onun üzerine doktora gittik. Hatta bir değil, 7-8 doktora falan gittik. Bir baktılar, benim cezaevine girmeden önce yüzde 30 tıkalı olan şah damarım, cezaevinden çıktıktan sonra yüzde 100 tıkanmış.

Şah damarın mı tıkanmış?

Elif Akkuş: Evet, sağ taraftaki şah damarım yüzde 100 tıkanmış. Stent olan o damar ve şah damarından o stent olan damara kadar her yer tıkanmış. Ve doktorlarım bazıları “şu an yürüyor olman mucize, bu haline şükret” dedi. “Yapılabilecek bir şey var mı?” diye sorduk, “Yok. O damara bir şey koyamayız” dediler.

Tıkalı mı hâlâ şu anda damar?

E.A.: Tıkalı tabii. Ona bir şey yapılamıyor. Artık sadece sol taraftan besleniyor bütün sistem. Doktorların tek söylediği “sol tarafa gözümüz gibi bakacağız” demek oldu. Felç geçirmemiş olmam, yürüyor olmam falan onların anlattıklarından yola çıkarak hakikaten mucize yani.

Şu anda tedavin devam ediyor.

Elif Akkuş: Ediyor tabii, ilaç kullanıyorum. Ondan sonra işte bu arada başka rahatsızlıklar da çıktı. Onlar çok büyük şeyler olmadığını ümit ediyorum yani. Ondan sonra ama doktorların söylediği ya bu artık böyle şey gibi yani stresten uzak dur. Peki, nasıl yani? Nasıl mesela? O zaman benim beynimi çıkarın mesela, başka bir beyin takın! Nasıl stresten uzak kalabilirsin ki? Yani hayatının en zorlu döneminden geçiyorsun. İnsan hayatta böyle çok acılar yaşadığında mesela babasını kaybettiğinde, çok sevdiği birini kaybettiğinde o anın en acı anı olduğunu düşünür. Değilmiş ya! Yani ben babam öldüğünde mesela öyle düşünmüştüm. “Bundan sonrasına nasıl devam edeceğim” dedim, çünkü küçüklükten beri babama çok düşkündüm.

Kitabında da epey bir yer ayırmışsın babana.

E.A.: Öyle… Hani baba kız gibi değil de, iki arkadaş gibiydik. Babam öldüğünde ben bu kadar acı çekmedim! Ve “babam iyi ki ölmüş” dedim cezaevindeyken.

Seni böyle görmesini istemedin…

E.A.: Asla. Annem “Sen asla kötü bir şey yapmadın. Başını dik tut” diye gönderdi cezaevine ikisinde de. Annemin o yaşadığı şey apayrı. Ama babam çok duygusal bir adamdı. Muhtemelen ölürdü. İyi ki babam hayatta değil dediğim bir zaman dilimiydi bu yani. Gerçekten de iyi ki değil.

Elif Akkuş, kitabıyla.
Elif Akkuş, kitabıyla.

Böyle yaşanmışlıkların ardından bir çeşit soluk almak mıydı bu kitap senin için?

Elif Akkuş: Aslında ben bu kitabı 4 sene önce falan yazmaya başladım. Bana o dönem biri gelip, “Seninle ilgili bir belgesel çeksek, dünyadaki Müslüman kadın algısından çok farklısın. Savaşa gidiyorsun, o kadar insanla dağda yatıyorsun falan” dedi. Ben de “Estağfirullah, bu işi yapan dünya kadar insan var” dedim ama bir gün çıkarmak ümidiyle de bir yandan yazmaya başladım. Ama bir süre sonra da “daha eklenecek dünya kadar şey var yaşanacak” diyerek bıraktım. O orada dururken, ben böyle bir süreci yaşarken buldum kendimi. “Benim bir şey yapmam lazım, bir nefes almam” lazım dedım. Ben hâlâ varım ve yaşıyorum. Tüm yapılanlara her şeye rağmen ölmedim, deme şeklim benim bu kitap. Ve dedim ki “tamam, o kısma kadar olanını -dava sürecine kadar olanları- yazayım. Ondan sonrasını da, eğer öyle bir şey olursa daha sonra yazarım diye yazdığım bir şey…

Kitapta mesleki anılarını, deneyimlerini anlatıyorsun. Savaş muhabirliği çok zor bir iş ve sen bunu bir kadın olarak hayata geçirdin. Cephelerdeydin. Suriye, Irak, Libya… Yazarken kimlere ulaşmayı hedefledin?

E.A.: Kadınlara… Mesela kadınların istedikleri sürece her şeyi yapabileceğini anlamasını istiyorum… Bana o kadar çok “olmaz” dediler ki, o kadar çok “kadının savaşta ne işi var?” dediler ki… Ne demek ne işi var? Kadının da var erkeğin de var. Gazetecilik cinsiyetsiz bir şey. Ne olursan ol, istediğin sürece, bu işe gönül verdiğin sürece yapabileceğin bir iş savaş muhabirliği. O yüzden özellikle yaşadığım ülkedeki kadınların daha güçlü olmasını, “istersem ben de yapabilirim” diyebilmesini istedim. Savaştan Mavi Marmara’daki gibi sağ döndüğündeki o tantana, o karşılama büyüleyici gibi görünse de konu o değil ki…Yine olsa yine giderim de konu o değil. Sen yanında alnının ortasından biri vurulduğunda da orada sağlam kalabilecek misin? Komik şeyler de var tabi, savaş dediğinizde. Biri kalkıp sana “11. karım yapacağım seni” falan diyor savaşın içinde!

Bu benim de başıma Çeçenistan’a gelmişti.

E.A.: Ama çok komik değil mi? İçinden diyorsun ki “abi sen ne anlatıyorsun?” ve kaçıyorsun bir şekilde, tabii ki işini gördükten sonra. Onu anlatabilmekti. Bu kitap şu ana kadar bu işten öğrendiklerimi anlatıyor. Bundan sonra öğrendiklerim ve öğreneceklerimle belki bir daha kitap olur. Yazmak fikri çok güzel ama kitap yazmak bambaşka bir şey. Gazetecisin, haber yazabilirsin, canlı yayın yapabilirsin ama dünya kadar yazar var, “ben yazarım” demek onlara saygısızlık. Sadece kendim gibi yazmaya çalıştım. Umarım okuyan insanlar da o şekilde algılar.

Nasıl tepkiler aldın şu ana kadar?

E.A.: Güzel, çok yakın arkadaşlarım bile mesela gelip şunu dediler “Sen ne yaşamışsın? E hiç anlatmıyorsun”. Ne yapayım yani? Gelip şunları yaşadım diye anlatmazsın yani. Kimi de “seninle konuşuyormuşum gibi hissettim okurken” dedi. Ben aslında insanların eleştirmesini çok istiyorum. Bir arkadaşım sadece “bazı konuşmaları, örneğin Libya’daki avukatın konuşmasını biraz daha fazla verebilirdin” dedi. Evet doğru, verilebilirdi. Ama ben şu an kendi yazdığım haberlere, haber metinlerine, deşifrelere ulaşamadığım için daha geniş yer veremedim konuşmalara. Eğer olursa bir sonrakinde o uyarılara daha dikkat edeceğim.

Kitapta senin için en vazgeçilmez olan, seni en çok etkileyen ya da “orada büyüdüm ben” dediğin hikâye hangisi? Çünkü birden çok yeri anlatıyorsun. Irak var, Suriye var, Hendek Operasyonları var, Libya var.

Elif Akkuş: Suriye. İlk gittiğim yer Irak olmasına, arada Mavi Marmara gibi ciddi bir şey yaşamamıza rağmen Suriye. Şimdi mesela Gazze’ye gitmek için yola çıkan Madleen gemisi, gemi değil de tekne diyeyim… Onu izliyorum, sınır dışı edilme süreçleri filan… 12 kişiden dördü sınır dışı edildi ama 8’i gözaltına alınmış… Orada bizim baya anamız ağladı yani. Saatlerce işkence altındaydık. Mesela bu kitaba kadar hiç söylememiştim ama cinsel organına dedektör sokup aranan kişi bendim İsrail’de. Hem de defalarca… Bu çok ağır bir şey benim için.

Bunları yaşamış olmama rağmen Suriye diyorum. Çünkü Suriye Türkiye’nin bir adım sonrası ve orada IŞİD’in yaptıklarını birebir görmek korkunçtu. Görevini yaparken “vah vah” demiyorsun elbette ama düşündükçe bu kadar bizim topraklarımıza yakın bir yerde! Ki o tarihte bizim Karkamış sınırında demir kapıya falan tırmanmışlar, görüntüler var. İlk gittiğimizde Fırat Kalkanı Harekâtı döneminde gösterdiler. Bu korkunç bir şey. O şeriat mahkemeleri, küçücük çocukların kaçırılması, o zamanki yayınlarda fotoğraflarını göstermiştim çocukların. Bu çocuklara önce horoz kesmeyi öğretiyorlarmış, sonra silah, bıçak falan… Yani böyle inanılmaz akıldış bir şeyden bahsediyoruz yani. Bütün bunlara şahit olmak, işte o röportajını yaptığım IŞID’in kaçırdığı adamın küçücük bir odada yatarak ölümü bekleyişini anlatması… Orası ilk gittiğim yer değil ama benim büyüdüğüm yer Suriye. Bir de Suriyeli Türkmenlerle de orada yaşadığımız bir gönül bağı var. Yani oradaki Türkmenler Türkiye’yi çok seviyorlar. Gerçekten çok seviyorlar.

Lazkiye’nin kuzey tarafını kastediyorsun.

E.A.: Tabii, evet. O kadar çok şey var ki, orada hayat “tık” diye bitiyor. Her şey bitiyor. Bir an geliyor mesela tesadüfen oradaki Türkmen askerlerle sohbet ediyorsun, hop “şehit oldu” diyorlar. Seninle beraber senin ait olduğun ülkenin askerleri de var. Onlarla karşılaşıyorsun. Hiç tanımadığın insanlarla dost oluyorsun, suyunu paylaşıyorsun. O yüzden orası beni çok büyüttü. Cezaevi de yaşlandırdı.

Suriye’de büyüdüm, cezaevinde yaşlandım diyorsun… Senin yoğunluğunda değil ama ben de farklı noktalarında farklı yerlerde benzer süreçler yaşamış olabilirim meslek hayatım boyunca. Ondan hareketle kitapta oralarda kadın olmak kısmını aradım biraz. Yani insan oralarda giderek erkekleşiyor mu, yoksa kadın kimliğini koruyarak mı haber yapıyorsun? Ya da ben sahada bunun avantajını çok gördüm, kadın olmak daha avantajlı olabiliyor mu ne dersin?

Elif Akkuş: Bazı yerlerde daha avantajlı olabiliyor. Ortadoğu’da bir şekilde kadına bir saygı da var. Kadın birinci planda olmasa da saygı var. Evet kadın olmanın avantajı da var, kadın olduğun için seni kimsenin hiç muhatap almadığı durumlarda dezavantajı da var. Kimilerinin “Sen kimsin?” dediği taraflar var. Orada bir başka savaş veriyorsun. “Sen kimsin” falan yok kardeşim, ben gazeteciyim ve sen kadın erkek olduğuma bakmadan benimle konuşmak zorundasın. Irak’ta, Suriye’de, Libya’da vs. o coğrafyanın erkeklerinin çok alışkın olmadığı bir karakterdim aslında ben baktığınızda. Mesela ilk Fırat Kalkanı Harekâtı’nda ben girdim bölgeye, kafamda baret var. Bir ara çok sıcak olunca bareti çıkardım. Ağustos ayıydı yanlış hatırlamıyorsam. Biri hemen gelip başımı bağladı. Dedim tamam, sorun yok. Oranın gerçekleri ve bakış açısı neyse tabii ki saygı duyuyorum. Eyvallah. Ama büyük bir operasyon bölgesine gittik ve biri “Aa karı gelmiş” demiş Arapça. Benim yanımdaki Türkmenler çevirince öğrendim… Evet de hani ben senden belki daha çok savaş gördüm, o daha yeni. Hatta Türkmenlerden biri de onlara “ulan senden daha çok savaş gördü bu kadın, sen ne diyorsun?” diye çıkıştı. Bu tarz şeyler oluyor. Kadın kimliğini kaybetmiyorsun ama cinsiyet kimliğini tamamen yok ediyorsun.

Gazetecilik cinsiyetsiz olmayı gerektiriyor mu demek bu?

E.A.: Yine savaş bölgesinden örnek vereceğim. Mesela Irak’ta, Suriye’de, Libya’da erkeklere bir kadın bağıracak ya da karşı gelecek. Öyle bir dünya yok. Ben ama diyordum ki yanımızdaki mihmandara “Aynen söyle. Bu yapılacak ya da yapılmak zorunda. “Hayır” yok yani”.

Mesela savaş bölgeleri en çok para harcanan yerler. Gittiğinde 1 liraya aldığın şey 3 gün sonra 15 – 20 lira. “Biz de buradayız Türkiye olarak, bari bize yapma” diye en azından o kavgaları verebiliyor, yeri geldiğinde gidip bir masaya vurup “kardeşim ne diyorsunuz siz?” diyebiliyordum. Onlar için böyle biraz hem tuhaf hem biraz böyle mesafeli karşıladıkları ama aynı zamanda saygı da duydukları birine dönüşüyorsun. Çünkü onlarla yiyorsun, onlarla içiyorsun, onlarla operasyona gidiyorsun. Senin yanında yaralanıyor ya da ölüyorlar. Böyle bir durum. Orada işte kadın, erkek o bu falan değil çok net bir şekilde ben sadece gazeteciydim.

TRT muhabiri olmanın avantajları var mıydı bazı kapıların açılmasında?

E.A.: Tabii ki vardı. Olmaz mı? Yani TRT başlı başına etkiliydi ama zaten bence ismi itibariyle de eşittir bir Türk devleti. Tabii şöyle bir durum da var. TRT tek kanallı dönemdeyken her şey mükemmelmiş fakat şimdi özel kanallar ya da iktidara muhalif yayın yapan kanallar da var. Onlara bir şeyler göstermek istendiğinde Anadolu Ajansı girsin çeksin deniliyor. Eğer sen orada kalmaya devam etmek istiyorsan. istihbarat kaynaklarınla ya da güvenlik güçleriyle aranda bir güven ilişkisi oluşturmak istiyorsan meslek hayatı boyunca, beklemeyi tercih ediyorsun. Bazı şeyleri o an değil de mesela bir saat sonra söylemen gerekiyor. Zaten sadece sen varsın. Kendine iş atlatamayacağına göre.

Ama o dediğin noktaya mesela X kanalın muhabiri giremez.

Elif Akkuş: Evet çünkü şöyle oluyor. Mesela biz Suriye’deyken Fırat Kalkanı Harekâtı döneminde gazeteciler alınmadı. Sonra bölgeye gazeteciler için iki saatlik bir tur düzenlendi. Her kanaldan, gazeteden, ajanstan geldiler. Şimdi operasyondan bahsediyorum. Bir operasyon sahasında bana özellikle şunu yapma dediğinde biri… Ben onu ya yapmam ya da yapsam da bekletirim. O gün bütün gazeteciler çil yavrusu gibi dağıldı etrafa. Kimi orada kalmaya devam etmek için arka sokaklardan kaçtı vesaire. Böyle olduğunda bir güven sağlamak çok mümkün değil. Ha şu var tabii ki, “TRT aleyhte herhangi bir şey yapmaz” algısı oluşabilir. Evet ama savaşta aleyh ya da leh diye bir şey yok. Savaşta ya ölüm var ya da yaşam. Ve gece-gündüz bitmeyen çok ciddi çatışmalar var. Kameramanımın çektiği bir görüntü var gözümün önünden gitmeyen, yıldız savaşları gibi… Kıpkırmızı her yer burnumuzun dibi. Hatta ondan birkaç gün sonra da ben vuruldum gece operasyonunda. Belki de üç adım sonrasında teröristler var. Çünkü göremiyorsun, çok yakınlaşılmıştı temas noktasına. O kadar gerçek ki savaş bölgeleri…

Tarihi tanıklıklar bunlar, sen hayatın tanıklığını yapmayı özlüyorsun…

E.A.: Evet. Nasıl tarif edilir bilmiyorum ama… Bazen insanlar bana “ya sen manyak mısın?” diyor… Ben bunun için dünyaya gelmişim sanki. O kadar büyülü ki, bunu sen zaten anlarsın. Dışarıda hiç bu işi yapmayanlar anlamaz. Bir şeyler oluyor ve sen oradasın. İnsanlar ölüyor, savaşlar çıkıyor ve biliyorsun ki bir gün bunları tarih kitapları yazacak. Yaşlı biri olacak kadar yaşar mıyım bilmiyorum ama nasıl şimdi “Atatürk’ü görmüş” falan diye anlatılıyor benim için de “Biliyor musun Suriye, Libya savaşını görmüş, Saddam devrildiğinde oradaymış” hissi, gerçek bir şeye tanıklık etmek muhteşem bir duygu. Benim için bir kadının doğum yapması gibi, çok mucizevi. O yüzden benim için inanılmaz değerli. Anlatırken heyecanlanıyorum.

Keşkelerin var mı hiç?

E.A.: Keşkelerim yok. Yani şöyle yok. Cezaevine girdiğimdeki o ilk gün keşkelerimin olmadığını anladım. Evet “keşke bambaşka bir hayat seçseydim” diyebilirdim; daha eğlenceli, deniz kenarları, sohbetler, aman ne güzel geceler falan filan. Ama ben hayatımdaki birçok şeyden vazgeçerek, erteleyerek, yapmayarak 48 yaşına geldim. Ve hiç de pişman değilim. Yine olsa yine aynı şeyi yaparım. Yaptığım ve pişman olacağım hiçbir şey olmadı benim. Kişisel hayatımda hatalarım vesaire olmuştur elbette onlar ayrı. Ama bu işe bu kadar gönül verip, hala anlatırken bile vücudumun “haydi kalk gidelim” demesini durduramazdım zaten. Yani onunla yaşanmaz. Şu an yaşayamadığım gibi, onunla da yaşanmaz…

Son soru o zaman: Şimdiden sonra nasıl bir Elif hayali var kafanda?

E.A.: Yani yurt dışı yasaklarım kalktığında sanırım ilk yapacağım şey o an nerede savaş varsa oraya gitmek olacak.

Herhangi bir kurum çatısı altında olmadan mı?

E.A.: Olmadan da gidebilirim. Çünkü ben oraya gittiğimde zaten dünya kadar iş çıkaracağım için artık bir telefona bakar her şey. Bir telefon ve internetin varsa gerisi problem değil. Zaten dağda bayırda yatmaya çok alışkınım. Yani dünyanın en kötü yerlerinde yattım.

YouTube’dan yayın yaparım diyorsun.

Elif Akkuş: Yaparım. Ha! Onu almak isteyen olursa buyursun alsın tabii. Ama haber de veririm arkadaşlarıma. Derim ki “ben buraya gidiyorum, haberiniz olsun.” Bir şey isteyen olursa yaparım ama orada olmayı istiyorum. Yani ben sahada ölmek istiyorum zaten. Bu sağlık koşullarından kaynaklanan süreçte de nasıl olur bunu bilmiyorum ama ben tekrar savaş bölgelerine gitmek istiyorum. Bir de röportaj öncesi konuştuğumuz o Larry King’in “Bir tek Tanrı’yı konuk almadım” dediği programı yapmak istiyorum finalde. Ona biraz daha var şu anda. Çünkü savaşsız bir dünya yok, ikimiz de gittik, gördük, yaşadık. Öyle bir dünya yok. Savaşlar olacak ve olmaya devam edecek. Bugün orada olacak, öbür gün başka bir yerde olacak. O yüzden o savaş bölgelerine gidip oradaki her şeyi aktarmak, kadınlara, çocuklara… Mesela hep kadınlar ve çocuklar derler ya, o erkeklerin çaresizliğini anlatmayı seviyorum ben biraz da. Düşünsene, Ortadoğu’dasın, Arap coğrafyasındasın, erkeksin, işte güç derler, bilmem. Ve o kadar çaresizsin ki. Ne yapacağını bilmiyorsun yani. İşte onları anlatabilmek istiyorum yani. Nerede olursa olsun giderim. Zaten hiç problem değil.

Medyascope

Medyascope

Benzer Haberler

Tüm Haberler
Animated ArrowAnimated ArrowAnimated Arrow